çapari Meselesi

Konu, 'Olta Düzenekleri ve Yeni Sistemler' kısmında denizbilimci tarafından paylaşıldı.

  1. denizbilimci

    denizbilimci Hasan

    Mesajlar:
    1.038
    Şehir:
    İstanbul
    Favori Kamış:
    Lineaeffe Extreme 4.40 ve Balzer Diabolo V, Cormoran Bullfighter 3.00 Spin
    Favori Makine:
    Shimano Titanos 5500 XSA ve Alivio 4000RB
    En İyi Avı:
    2,5 kg Torik
    Sayın Cüneyt Alpay'ın çapari ile ilgili mükemmel yazısını sizlerle paylaşmak istedim.


    Yeşil mi? Sarı mı? Beyaz mı?..

    Balığa yeni başlamıştım. Çengelköy'deki Erdoğan'ın Yeri'nde kalabalığın arasına karışmaya biraz da çekinerek, kenarda kıraça tutuyordum. Benim bu sakin halimden hoşlanmış olan eski bir balıkçı yanıma yaklaşıp benimle sohbet etmeye başladı.

    Balığa yeni başladığımı duyunca şaşırdı, kamışı çok iyi atıyorsun hayret, bu kadar yeni olamazsın, deyince ben de gençliğimde kışları Boğaz'da ve Galata Köprüsü'nde, yazları ise Tuzla'da çok avlandığımı, belki de oradan bir yatkınlık olduğunu anlatıyordum ki, bana "- Takımın da çok iyi, çaparilerini kendin mi yapıyorsun? diye sordu.

    Gülümseyerek, "- Bu işe başlayalı henüz bir-iki hafta oldu, ben kim, çapari yapmak kim, yapamam herhalde!" dedim. Adam da gülümsedi, hiç konuşmadan, yere eğildi ve yerden bir iğne aldı, bir iki sim parçasını iğnenin üzerine yerleştirdi, bunlara ince bir misina ekledi ve basitçe bir el hareketi ile hepsini birbirine bağlayıverdi. Hayrete düşmüştüm. Bu iş bu kadar basit olmamalıydı. Adam, aynı hareketleri, bu sefer daha yavaş ve bana özenle göstererek tekrarladı. Gerçekten çok kolaydı bu iş. Hemen ben de bir iğne kaptım, misina ve simleri gösterildiği gibi yerleştirdim, bir dolama ve bir çekme hareketiyle iş bitmişti. İşin sırrı, malzemelerin ele yerleştiriliş biçiminde yatıyordu. Sevinçten havalara uçtum.

    İki-üç gün sonra Kuleli'nin Önü'nde idim.

    Kuleli'de fırtınalar esiyordu. Korkunç bir balık akını vardı. Herkes beşer, onar çekiyor, balıklar da iri olduğundan, av çok verimli geçiyordu. Kovalar ağzına kadar dolmuş, insanlar kahkahalar atıyor, artık oltaların birbirine karışmasına bile aldırış etmiyor, kah dolaşan oltaları çözüyor, kah yeni olta açıyordu.

    Yanımdaki çocuk dayanamadı, "- Abi senin takımda bir şey var!" deyiverdi. Uzun süredir durmadan boş atıp çekiyordum. Öylesine bir dükkandan almış olduğum çaparim, bir şekilde çalışmıyordu. Nedenini de bu işe yeni başladığım için, bilemiyordum. Kullandığım ağırlıkdan mıydı? İyi atamıyor muydum? Çevremdekiler kadar atıyor, onlar ne yapıyorsa aynısını yapmaya çalışıyor, yine de balık alamıyordum. Onlar beşer onar çekerken, ben üç atışta hadi tek tük bir iki tane balık ancak. Gerçi bu durum beni rahatsız etmiyordu. Ne de olsa bu işe yeni başlamıştım, ve gelen balıklar da iri olduğundan, akşam yemeğinde yiyebileceğimden fazlasını arkamda duran kovada biriktirebilmiştim. İkinci, ya da üçüncü avımdı sanırım. Kendi çapımda, o güne kadar gerçekleştirmiş olduğum en verimli avı gerçekleştiriyordum, ama yine de bu farkın nedenini merak ediyordum.

    Birden telefonum çaldı. Arayan eski bir arkadaşımdı.(1) "- Cüneyt, balıklara yüklen, akşam geliyoruz!" diyordu telefondaki ses. Kıramayacağım bir arkadaş, günlerce önceden kendisine söz vermiş, bir gün size öyle bir olta balığı yedireceğim ki parmaklarınızı yiyeceksiniz demiştim. Kovadaki balıklara tekrar baktım. Bu kez gözüme hiç yeterli gözükmediler. Bu adamlar gelirse en az dört-beş kişi gelir diye düşününce, iştahım iyice kaçtı. Önce, kendi payımı onlara verir, meseleyi hallederim, diye düşündüm. Çünkü balığı o kadar çok seviyordum ki, ben tek başıma zaten dört kişilik balık yiyordum ve henüz av bitmemişti.

    "- Abi!" dedi yanımdaki delikanlı, "- Şu ileride duran oltacıya gidip, beni "trakyalı" gönderdi, bana bir çapari verecekmişsin, diyerek bir çapari alırmısın kendine!" dedi. Niye diye sormadım, çünkü adam yanımda durmadan onar, onar çekiyordu. Kıyıda en fazla balık tutan iki kişden biri idi ve yarım saat önce gelmiş olmasına rağmen bir su kovası dolusu istavriti kovaya doldurmuştu.

    Dediğini yaptım. Zaten eskimiş olan çaparimi söküp attım, yerine yeni aldığım çapariyi taktım. Aman allahım, o da ne, birden bire balık yüklendi. Onar onar çekmeye başladım. Boş gelmiyordu. Hayatım değişti sanki, artık gururlanayım mı, trakyalı'ya teşekkür mü edeyim, ne yapacağımı şaşırdım. O gün ben de, kovamın limitlerini aştım ve hemen oracıkta buluverdiğim beş litrelik bir su şişesini üstten çakı ile delip, tamamını istavritle doldurdum. İlk muhteşem avımdı bu.

    Meğer ondan önce sakin diye gittiğim Vaniköy parkından, işte bir tavalık kıraca, ancak iki kişiye yetecek istavrit filan yakalayıp,"- Ne güzel işte, kendime yetecek kadarını avlayabiliyorum!" diye avunuyor, kendimi kandırıyormuşum. Eve döndüm ve kilolarca balığı gururla milletin önüne koydum.

    Ertesi sabah uyandığımda bu avda kullandığım çapariyi evirdim, çevirdim, hiç bir şeye benzetemedim. Diğerleri ile arasında hiç bir fark göremedim. Merak ettim, acaba bu çapariyi diğerinden ayıran şey nedir diye. Durumu araştırmak üzere Şemsipaşa'daki malzeme satan dükkanlarının yolunu tuttum.

    Çapari'yi kime göstersem. "- Allah, Allah! Dökme iğne, bir özelliği yok, alır balık ama..!? " gibi anlamsız tepkiler aldıkça merakım kabarıyordu. Sonunda girdiğim son dükkan, "- Aaaa, bunlar bizim Egsozcu Recep'in yaptığı çapariler!" deyiverdi. Olay giderek bir muamma haline dönüşüyordu. "- Abi Recep bunları çalıştığı fabrikadaki hurda egsozların içerisinden çıkan izolasyon malzemesi ile yapmıştı, şimdi bunlardan artık yok, o malzeme de bitti zaten! İğneler'de bulabileceğin en kalitesiz çin malı dökme iğne!" deyice şaşırdım. Adam, "- Bunlar epey balık dökmüştür zaten!" diye ekleyince, aklıma balıkları kıyıya her çekişte dökülen en az bir iki balık aklıma geliverdi. Ben ise, bu durumu normal zannediyor, aldırmıyordum. Meğer iğnelerin çapaklarının kalitesiz olmalarındanmış. "- Arasan bulamazsın abi bu kadar kalitesiz iğne!" filan diye eklenince, çapari işi benim için tamamen karmakarışık bir duruma dönüştü.

    Eskiden çapariler beyaz martı tüyünden yapılırdı. Başka da seçenek yoktu. Beyaz martı tüyü, kırmızı ibrişimle beyaz düz iğne ve ince misinaya bağlanır, bu iş biterdi. Ancak şimdi dükkanlarda o kadar çeşitli renklerde, o kadar çok sim, elyaf, iplik v.s. gibi malzeme vardı ki, insan işin içinden çıkamıyordu. Sabahları turuncu yiyor, akşamüstü mor, beyazdan şaşma sen, yeşil yiyor, karşı kıyıda siyah iğne, bu kıyıda beyaz iğne, gibi bin bir çeşit tevatür, her kafadan bir ses çıkıyor, hepsini denemeye ömür yetmez, kafam allak bullak oluyordu.

    Bu işi net bir şekilde halledip, artık konu olmaktan çıkartmaya karar verdim. O çaparinin sırrını mutlaka bulacaktım. Ondan sonra hep aynı tarzda çapari kullanacaktım. Temel olarak hep beyaz malzeme ve siyah iğne kullanmaya karar verdim.


    Yine bu çapari meselesi, diye düşündüm. Gittim kullandığı renklere baktım, yeşildi. Bende yeşil taktım. Olmadı. Ne denediysem balık alamadım. Tam bu işi kavradım galiba derken, bir ilginç olay ile daha karşı karşıyaydım. Sonunda gidip adama, "- Yahu, sen nasıl yakalıyorsun bu kıraçaları?" diye sordum. "- Benimkisi çok ince takım abi! Beden 0.10, köstekler 0.08! Senin takım kalın burası için. Balık alamazsın!" dedi.

    O anda oltacılıktaki en temel kuralı öğreniyordum aslında. İnce misinalardan yapılmış olan takımlar, her zaman daha avcı oluyorlardı. Bunun istisnası yoktu. Önemli bir oltacılık kuralı idi bu. Ancak misina inceldikce, iki önemli dezavantaj ortaya çıkıyordu. Birincisi misinanın dayanıklılığı azalıyor ve kopma riski artıyordu. İkincisi ise takımın dolaşma riski artıyordu. İnce misina kullanılarak yapılan takımlara balık geldikçe, yani takım çalıştıkça hızla eskiyor, kısa sürede kullanılamaz hale geliyordu.

    Görüyordum ki, -insan- kullandığımız misinanın kalınlığı, avın o anki durumuna göre değişen şartlara uyum gösterebilmeli, günün ve avın koşullarına göre optimum bir incelik yakalanmak zorunda idi. Yani aslında her avın takımı ve şekli o ava hastı. Balığın bol ve azgın olduğu dönemlerde ince misina kullanmak, bir iki çekişte takımın parçalanması ile sonuçlanacak, tam tersi balığın hassas ve tok olduğu dönemde ise kalın takım balığı ürkütecek, ince takım kullanmak gerekecekti. Tek bir doğru yoktu. Neredeyse her avda değişen şartlara uyum göstermek gerekiyordu. Durum, benim gibi ince detaylarla uğraşmasını seven bir amatör için yavaş yavaş bir keyif haline geliyordu.

    İşin içine balığın kıyıdan uzaklığı ve akıntının durumu gibi ek faktörler de girdikçe, uygun misina kalınlığını seçmek daha da önem kazanıyor, yaptığım işten daha da büyük zevk almaya başlıyordum. Mümkün olan en uzak mesafeye hızla atarken, artan akıntıda dibe inebilmek için arttırmam gerken kurşun ağırlığını taşıyabilecek, en ince ve en sağlam beden misinasını bulmak üzere, piyasada bulunan 0.20 ile 0.30 arası tüm tanınmış misinalardan birer makara alıp test etmeye karar verdim. Evde, her misinadan bir parça kesip, parçanın her iki ucuna birar kasa düğümü attım. Düğümlerden birini pencerenin kulpuna, diğerini ise nalburdan aldığım el tearzisinin kancasına geçirdim. El terazisini pencereye takılı olan misinayı kopartana kadar çekiyor, ve tam kopma anında terazideki değeri, bilgisayarımda açmış olduğum bir exel dosyasına yüklüyordum.

    Gerçi Perşembe Pazarı'nda gerginlik ve dayanıklılık testi yapan hassas elektronik bir cihaz görmüş ve hevesle dükkana dalmıştım, ama cihazın fiyatı ve satıcının bu aleti nerede kullanacağımı öğrenince yüzünde beliren alaycı ifade yüzünden almaktan vazgeçtiğim bu cihaz yerine kullandığım el terazisi de mükemmel sonuçlar veriyordu.
    devamı için tıklayın
     
    Son düzenleme: 15 Nisan 2010
  2. fixahmet

    fixahmet AHMET

    Yaş:
    45
    Mesajlar:
    996
    Şehir:
    SAMSUN
    Favori Kamış:
    Daiwa msp 270
    Favori Makine:
    Ryobi ecusima 4000vi
    En İyi Avı:
    sazan 5150 gr
    teşekkürler. güzel bir konu olmuş. sade ve açık bir anlatım.