Gecenin bir vakti; foto Arif ile msn de konuşurken aniden aklımıza geldi ve sabah Marmara’ya balığa gitmeye karar verdik. Arif; “Ağabey, bütün saatleri 04,00 kuruyorum” dedi ve karşılıklı sabah görüşmek üzere diyerek msn den ayrıldık. Bu arada gecenin ilerleyen saatleri hanım bana yardım ediyor! - Çok vefalıdır kendisi, yeri gelmişken bir kez daha ona bu konuda göstermiş olduğu anlayış ve gayretinden dolayı teşekkür ediyorum. Klasik üçlü takım yapmaya çalışıyoruz bu arada ortalık bir milyoncu dükkânına döndü. Oğlum Gökmen zargana toplarını havada atıp tutarak sihirbazlık yaparken yorgunluktan uyuya kalmış. Kızım dersen alabalık meps'lerinden küpe yaparken kancayı kulağına batırmış cıyaklıyor! Hanım;“sende kardeşin gibi yatsana, bak saat kaç oldu?” diye ona çıkışıyor. Benim ise İğneler parmağımdan çıkıp, ayağıma batıyor. Halı renkli olduğu için ne düşen iğneleri bulabiliyorum ne köstek için kestiğim misinaları. Yok, olacak gibi değil, tüm malzemeleri tekrar kutusuna ve takım çantasına topluyoruz. Yine her zamanki gibi eşyaları arabanın bagajına ite kaka dolduruyorum ve yanıma alacak daha bir sürü eşyam olmasına rağmen, onlardan şimdilik feragat ediyorum. Arif kardeşimin eşyaları için arka koltuğu boş bıraktım. (Aslında bu plana sevgili dostumuz; Ali Gülcü’de dâhildi. Fakat kendisiyle en son konuştuğumuzda bana akşam maçtan sonra (milli maç) tekrar döneceğini söylemişti!) Almanya yolcusu gibiyim! Çoluk çocuk uyumamış hepimiz ayaktayız. Saat 02,00 de ancak evde yat borusu çaldı! Ta ta ta ti. Saat 03 -00 te, bu kez de bana, kalk borusu çaldı; Ti ti ti ta. Efendim derler ya “uyku baldan tatlıdır” gerçektende öyle. Bir lahza şöyle şekerleyeyim dedim, sağ olsun hanım bir dirsek darbesiyle “alarm çalıyor, sülerim sana kalkasın, kalk haydeee bre haydeee haydeee te te o kaaa.” diyerek son noktayı koydu. Bir ara hepimiz sütçü Ramiz tayfası olmuştuk ya (!) E-6 dan sabah, 04.20 gibi Çerkezköy’e giriş yaptım; Arif kardeşimi 0505 ...........45 çağrı yaptım cevap yok. 0532........16 dan çağrı yaptım gene tın yok Kısa kısa çaldırıyorum ki ev halkı rahatsız olmasın. Ayrıca Arif kardeşim bana evde bütün çalar saatleri ve cep telefonlarını sabah 04.00 kuracağını söylediği için en azından, kuşkulu yatmıştır diye düşünüyorum. Tabi ben öyle düşünüyorum. İstanbul’dan, Çerkezköy’e gelmişim, Arif kardeşimin şeyinde, pireler uçuşuyor! Ben bir 45- ten, bir 16 dan çağrı yapıyorum ne gelen var ne giden? Bu kez hangi numarası olduğunu bilmiyorum “Arif 1” yazan yere tıklıyor ve uzun uzun çaldırıyorum. Artık sonlara doğru bir ses geliyor kulağıma “günaydın uyandın mı ağabey? ( Aslında benim sormam lazım “uyandın mı Arif bey?” ) “ Ne uyanması ben Çerkezköy’deyim” diyorum. —Ne çabuk beyaa? Eh işte öyle oldu beyaa! Sonra bana yolu tarif ediyor. Onun evinin sokağına girdiğimde elinde cep telefonu ile sokak lambasının loş ışığı altında beni beklerken buluyorum. Bana, saatlerin ve cep telefonlarının alarmlarının çalmış olduğunu, fakat hiç birini duymadığını söyledi. Beş dakikada hazır olacağını ve hemen geleceğini söyleyerek telaşla içeri girdi. Bir süre sonra, büyük bir çanta ile geldi. Daha sonra daha da büyükçe ne bir çantayla gelince, içimden “taşınıyor herhalde” diye geçirdim. Koskoca Çerkezköy’de kahvaltı yapacak açık bir lokanta bulamadık; iyi mi? Sanayi buraya kümelenince, herkesin karnı doydu! Kim açar sabahın beşinde dükkânı? Efendim yağmurlu ve puslu bir havanın içinden Çorlu’ya geldik. Burada da durum aynı, aç kaldık! Hazır buraya kadar gelmişken Ali Gülcü dostumuzu bir kez daha cepten aramak istedim. Küçük bir çağrı, tık yok. Diğer telefondan bir çağrı, yine tık yok. Artık her sonucu göze aldık! Bu kez uzun uzun bir çağrı, yine kimse yok aklıma bir sürü olumsuzluklar geliyor. Dün, ikindiden beri, ona ulaşamıyorum. Hayırdır inşallah derken, inşallah Ali Gülcünün telefonuna bir şey olmuştur! Diyorum. Bu arada, Arif dayanamadı ve ilk sigarasını yaktı. Arif kardeşim, araç komutanı olarak bana tarif ettiği bir yola aracı saptırınca, terk edilmiş bir köyün yol kalıntıları arasında açlığımızı çoktan unutmuş, gittiğimiz yönde önümüze bir asfalt yol çıkması için dua ediyorduk! Az gittik uz gittik, çukur, tepe, dümdüz gittik. Nihayet, biraz akıllıca bir yola çıktık ve Yeniçiftlik’e vardık. Hemen aç kurtlar gibi nerde ışık varsa oraya aracı yanaştırdık. Tabi şöyle sıcak bir işkembe, paça veya mercimek çorbası hayal ediyorduk ama karşımıza börekçi çıktı en azından aç kalmayacaktık buna da şükür. Arif; yinede ben “buralarda çorbacı var mı?” diye soracağım dedi. İçeri girdik, içerde koşuşturan ufak tefek çalışan biri var. Birde börek yiyen, 65–70 yaşlarında bir yurdum insanı var. Arif “buralarda çorbacı var mı? Diye sordu; yaşlı yurdum insanı börekçi dükkânının içinde, çorbacı soran bize şöyle bir baktı ve “burası börekçi dükkânı ÇORBA YOK! Çorbacı karşıda ama bu saatte kapalı.” dedi. ( Birazcık kinaye vardı söz tonunda ve tavrından onu hissettim. Biz buraya elektrikçi dükkânı diye girmedik ki!) Neyse oturup karnımızı doyururken sabah ezanı okunmaya başladı. Börekçiden çıkıp Marmara Ereğli’sine ilk dere ağzına geldik. Burada bir arkadaş balık tutuyordu. Bize buradan levrek, mırmır ve kalkan balığı çıktığını söyledi. Heyecanlandık tabi ama yanımızda Arif’in yıllanmış ve yeniden kurtlanmış (!) bayat boru kurtlarından başka yem olmadığı için, benim her zaman avlandığım, bölgeye gitmeye karar verdik. Oradan taze kum solucanları çıkarıp mırmır avlamayı düşünüyorduk. Av bölgesine arabayı çektik ve içinde ne var ne yok boşalttık. Bu arada bizi şaklabanlık yaparak karşılamaya gelen buranın müdavimi bir köpek vardı. Ona verdiğim ekmek ile karnını doyurduktan sonra, onun da neşesi yerine geldi ve bize av bölgemize kadar refakat etti. Eşyalarımızı rıhtıma koyduk. Ben kısaltılmış inşaatçı küreği ile kum solucanı çıkartmaya gittim. Bir süre yürüdükten sonra devamlı yem çıkarttığım yerin sular altında kaldığını görünce “aha şimdi ayvayı yedik” dedim. Kenar köşeye saldırdıysam da nafile solucan veya kurt bulamadım. Hava, balık tutmak için mükemmel ama bizim için soğuk ve yağışlı. Elimizde sadece bayat kurtlar, birde zor bela bulduğum yemlik birkaç kum ve kaya midyesi vardı. Saat 10.00 kadar karışık şekilde yemleyip attığımız oltalarımıza Allah rızası için kimse uğramadı! Derken, Savaş çığlıkları atarak koşuşturan bir grup gördük. Çıkardıkları seslere bakılırsa bunlar Cherokee kabilesinden olmalıydı! Sırtlarında ok ve yaylar ellerinde mızrak ve savaş baltaları “beyaz adamlara hücum” savaş çığlıkları atarak bayır aşağı iniyorlardı. Arif kardeşime “ savaşa hazır ol Çiko (!)Kızılderililerin saldırına uğradık” dedim. “Ahhhhhhyaaaakkkk... smack... smuck... puahhhhhhh... Karamba Karambita.” Bendeniz baltalı ilah ZAGOR TE-NAY gardımızı alıp ne olacak bekliyoruz artık! Az sonra küçük pigme tipli mantargillerden bir apaçi bize oturan boğadan mesaj getirdi. “Beyaz adamlar iskeleyi 1 dakikada boşaltsınlar ya da Marmara adasına doğru yüzmeye başlasınlar.” Allahtan iskelenin tapusunu gösterdim de vaziyeti kurtardık. Devamı altta...
Efendim saatlerce bir oltanın ucuna ve denize bakmaktan bir hal olmuştum ki karadan gelen çığlıklara kulak verince ben gelenleri; yıllar öncesinden bilinçaltı hayallerimin dışa yansıması olarak görmüştüm! Vallahi gelen arkadaşlarında bu yansımanın gerçek olduğuna dair “yemin etsem başım ağrımaz” şeklinde görüntü vermelerinde de haklılık payım vardı! Birkaç dakika içinde; Çorlu’dan gelen muhacirler bizi çembere almışlardı. Neyse selam verip yanımıza tezgâhı kurdular. Demir iskele merdivenine aykırı bir ağaç bağladılar ve oltalarını oraya tek tek dizdiler. Alelacele kamışlar yemlenip denize atıldı. Arkamızda mangallar yandı. El yapımı, fabrika yapımı bütün ateş suları mangal etrafına dizildi! Tanışma faslından sonra açılan muhabbetlerde, yanımıza gelenlerin tek tek adlarını öğrenmiş olduk. Gırnatacı Metin, Tatar Yalçın, Hannibal Birol ve kral balıkçı Samet. Balıktan, tam umudumuzu kestiğimiz anda; yağmurla birlikte gelen bu arkadaşlar bize tekrar gaz verdiler! “Biz, geçen hafta buradan tam dokuz kalkan aldık”dediler. Hava oldukça soğuk ve yağışlı, tatar Yalçın balık için tam havası diyor ve beş on dakika sonra da ilk kalkan balığı geliyordu! Daha sonra bir tane daha yakaladılar. Bu arada benim kamışlardan biri utanmış olacak ki zili düştü! Arif yakın olduğu için kamışı o aldı ve sarmaya başladı ilk anda yaklaşık 30–40 metrede balık bir girdap oluşturdu. Bu girdaptan balığın nedenli büyük olduğu anlaşılıyordu. Samet kepçeyi kaptı Arif’in yanında bekliyor. Arif’in dili tutuldu konuşamıyor. Ben yerimde çakılı kalmış, kamışın ucuna bakıp misinanın hareketlerini inceliyordum. Birkaç saniyede balık dibimize geldi. Ben, kamışın ucundaki metal klips’i görüyordum ama balık henüz kendini göstermemişti. Derken kamışın ucu gerildi gerildi ve aniden iskelenin altına doğru süratle kıvrıldı. Tam bu sırada balığın ters döndüğünü ve karın altı beyazlığının gördüm. Sonra “çat” diye bir ses geldi ve olta koptu. Balık, her neyse bir iğne ve bir 100 gr kurşunu alarak kaçtı. 0–35 lik misinam daha fazla dayanamamıştı! Hepimiz çok üzüldük. Balığın tam olarak ne olduğunu göremedik ama büyük olasılıkla 5-6 kg arası bir levrek veya minakop olduğunu düşünüyoruz. Tatar Yalçın “tamam gelecek beyaa gelecek, üzmeyin kendinizi, sıkmayın canınızı” diyerek “ bize moral veriyordu. Çift kurşunlu üç iğneli, 0–3 mustad kalkan iğnesi ile yeni bir takım yaptım. “Müslüman malı ortak”tır hesabı arkadaşların izin verdiği yemlerle takımımı yemledim. Takım, bu kez takribi yirmi metre kadar yakına düştü. Boşluğunu alıp zilini taktım. Arkadaşlarla kaçan balığı hazmetmeye çalışıyoruz. Aradan en fazla on dakika geçmişti ki, birden son attığım kamışın zili düştü. Hemen oltayı elime aldım ve birkaç saniye pür dikkat kesildim. Balığın, yemi yuttuğunu hissettiğim anda tasmayı vurdum. Yah Allah bismillah diyerek oltaya asılmaya ve sarmaya başladım. Gelen sanki naylon poşetmiş gibi ağır ağır iç depreşmeden kuzu kuzu geliyordu. Nihayet balık göründü. Arif’in düştüğü duruma düşmemek için çok dikkatliydim. Kamışı yukarıya doğru ağır ağır kaldırıp hemen boşluğunu alıyordum. Samet ustalıkla balığı kepçeye aldı ve yukarı çıkardı. Bu saatten sonra ne ayaklarımın ıslanması, ne kulaklarımın donması; morelim düzeldiği için beni hiç bir şey etkilemiyordu. Daha sonra periyodik olarak sırayla kalkanlar gelmeye başladı. Bu arada fırsat buldukça mesaj-çağrı neyse, Çorlu da ki Ali Gülcü kardeşime telliyorum. Amacım bu pastadan o'da faydalansın ama ondan bir ses yok. Çorludan gelen bu arkadaşlarla iyice samimi olmuştuk. Arif onlara kendi elleriyle yaptığı özel içkisinden ikram etti. Arkadaşlar mangalda yaptıklarını ekmek arası yapıp kemikli kemiksiz zorla ağzımıza besliyorlardı. Metin kardeşim fabrikadan bir arkadaşlarının düğününü anlatıyor. Aynı arkadaşlar hep birlikte bu düğünde eğlenmişler. Düğünde çok içki içtiklerini ve çalgıcılardan gırnatacının, kendilerini nasıl soyduklarını anlattı. Metin, diyor ki; “ağabey yanımda kız arkadaşım var. Gırnatacı bana musallat oldu ne zaman oyuna kalksam gırnatayı kulağıma dayıyor bahşişi almadan gitmiyor. Adam kafayı yemiş! Düğüne gelmek için oldukça nazlandılar ve hatta gelmek istememişlerdi. Düğünün sonunda bana; “Metin kardeş sen çağırırsan bir daha para bile almadan geliriz” diyorlar. Tabi gelirler çünkü hepimizi soydular, fabrikadan 50 ytl avans almıştım hepsini gırnatacıya verdim.” Tam bu sırada Birol atılıyor; “ağabey cebimde 13 ytl vardı 10 ytl si kâğıt, adam elimden bozukları dâhil hepsini kaptı ve cebine attı.” Samet oradan sesleniyor “ağabey gırnatacı bana geldi ceplerimi ters çevirdim kalmadı hepsi bitti diyorum inanmıyor. Sonra cüzdanımdan kredi kartını çıkarıp, aha da, çek dedim bahşişini.” Tatar Yalçın; “ çalgıcılar bizden başka fabrikanın müdürünü bile soydular be yaa” diyor. Bu muhabbete oldukça güldük, bir ara baktım Arif gülerken nerdeyse taburenin üzerinden denize düşecek onu tuttum. Tabi bu arada içkiler su gibi içiliyor karşılıklı ikramlar oluyordu. Sarmaş dolaş olup “mucuk mucuk kardeşim beniiiim” diyerek dostluklar daha da perçinleniyordu! İçki kullanmadığım için iskelede benden başka ayık yok, herkes kafayı bulmuş tatlı bir muhabbet vardı. Yağmur bazen sağanak şekilde yağıyordu. Geçen yaz iğneada’dan aldığım güneş şemsiyesini arabadan getirmiş sırayla birimiz direğini şemsiye gibi tutuyor, hep birlikte altına girip yağmurdan korunuyorduk. Bu arada kalkanlar tek tek geliyordu. Günün sonuna doğru ayrılma vakti gelmişti. Yıllardır buradan mırmır yakalarım kalkan balığı çıktığını yeni öğrenmiştim. Küçük kalkanların geri bırakılması konusu üzerinde hepimiz hassas davranmıştık. Her ne kadar Hannibal bu işe zorlansa da sonunda o da bunun verdiği zevki tatmıştı Çok erken gelmemize rağmen, yem işini ciddiye almamamız bize pahalıya patlamıştı. Balık kokan böyle bir havayı, bir daha ne zaman buluruz bilemem. Msn adresleri alındı. Tek tek arkadaşlarla vedalaşıp yola koyulduk. Arif kardeşimi Çerkezköy’e evine aldığım gibi sağ salim götürdüm. Ben İst. doğru devam ettim. Öyle yorgundum ki uyku gözlerimden akıyordu. Çatalca'da “Ahmetbey” gişelerine gelmeden önceki dinlenme tesislerine arabamı çektim önce karnımı doyurdum, çayımı içtim. Evi arayıp nerde olduğumu ve çok yorgun olduğumu bir saat kadar arabada kestirip sonra geleceğimi söyledim. “Ne demişler acele işe şeytan karışır” “Acele giden ecele gider” Uykun mu geldi, çek kenara uyu kardeşim, tatlı rüyalar… Eve gelip balığı mutfak tezgâhına atınca bütün yorgunluğum bitti. Hele ki o cızırtısı yok mu? Tutmayın bre beni… Hadi buyurun beyler Müslüman malı ortaktır… Karnı tok olan otursun...! Sahi bu hikâye arşivimden, azıcık elini ayağını toparladım o kadar… Umarım beğenmişsinizdir. Bu vesile ile Çorlu'da ki kalkan ekibim; Tatar Yalçın'a, gırnatacı Metin'e, Hannibal Birol'a ve Kral balıkçı Samet kardeşime, Çerkezköy'den Arif dostuma, siz sevgili kardeşlerim ve büyüklerime kısacası tüm deniz sevdalılarına selam olsun... M.Talip Girgin
Ellerinize saglik cok neseli bir rapor olmus gercekten,aviniz da cok eglenceli gecmis ne mutlu..Tesekkurler sunumunuz icin, saygilar
Çok güzel bir av hikayesi olmuş, bazen eski paylaşımları hatırlamak da insanın hafızasında güzel bir tat bırakıyor.Güzel avlarınız ve paylaşımlarınızın daim olması dileklerimle, bol balıklı günler...
Ben teşekkür ederim Muvaffak Abim sağ ol. Hakikatten, tesadüfen güzel bir ekip olduk. Daha sonra da aynı yerde bu ekiple birlikte avlandık. Yine aynı güzellikte geçmişti. Beğendiğinize sevindim Seyfi Bey teşekkür ederim. Selamlar... Sevgili Bahadır kardeşim beni Sideye barakuda yakalamaya götürürseniz, ordan da güzel bir av hikayesi çıkarırım Geçen akşam yaptığınız barakuda av videonuzu izledim. Çok güzeldi Arkadaşlara selam olsun... Gerçekten bu arkadaşlarla tesadüfen güzel bir ekip olmuştuk. Daha sonra yine aynı yerde birlikte av yaptık. Temennileriniz için Teşekkür ederim Aslıhan kardeşim sağ olun. Selamlar... Teşekkür ederim Doğan kardeşim. Selamlar...
talip bey yazınız ve balıklarınız birbirinden güzel,ekip ise muhteşemmiş.avlandığınız yer marmara Ereğli sinin neresinde ve netür takım kullandınız biraz bilgi verirseniz sevinirim.
Benden boyle bir sey talep etmeniz benim icin mutluluk kaynagidir agabeycim ne demek, sen yeter ki geliyorum de, seve seve basimin ustunde yeriniz varSaygilarimla...
Sevgili Serdar, Çorlu'dan Yeniçiftliğe geliyorsun. Sola döndükten sonra 3-4 km sonra sağ tarafa kalıyor. Yalnız, imzamın altında "Tüm yazdıklarımdan" - "Yeşil kurtlar" serisini tamamını okumanı tavsiye ederim. Bölge pek tekin bir yer değil Takım olarak klasik üçlü takım kullandık. Bir metre bedene 20 cm üçtane köstek, 03 mustad kalkan iğnesi ve 75-100gr kurşun. Hepsi bu. Ancak bölge Kasım, Aralık, Ocak aylarında verimli. Göç balıklarının uğrak yeri olması nedeniyle Tekirdağ Silivri arasında her yerde bu kalkana rastlamak mümkündür. Selamlar... Ben teşekkür ederim Adem kardeşim sağ ol Selamlar... Sağ ol Bahadır kardeşim. Dur sana bir link vereyim "Akdeniz Seferim" kısmet diyelim Selamlar...