Resim:turkinst.org tr dosyalar mitoloji pose img 03 Hepiniz eski binek Renault’ları bilirsiniz, adamın biri ön koltuğu sökmüş onun yerine arka koltuğa oturmuştu. Arabanın direksiyonu, dizlerinin arasında 50 kuruşluk susamlı simit gibi duruyordu. Kocaman parmakları vardı. Adam, aracı sürerken başı yanlamasına duruyordu. Arabanın tepesi açık olsa, kelle, kesinlikle dışarıda olurdu. Abartmıyorum yirmi kiloluk peynir tenekesi kadar kocaman kafası vardı! Trafik sıkışık, araçlar ağır ağır ilerliyordu. Eğilip arabayı süren bu karartının kim olduğuna baktım. Bu bir şaka olmasın diye geçirdim içimden. Aaa bu bizim “Minik Ali” idi! “Ali abii…” diye seslendim. Arabanın fren lambalarından biri yandı ve araç lodosa tutulmuş balıkçı teknesi gibi sağa sola sallanarak durabildi. Belli ki aracın ön takım sorunu vardı. Eee bu ebatlarda bir insan azmanını taşıyan araçta bu tür arızaların olması normaldir. Minik Ali, başını güçlükle pencereden çıkarıp, gerisin geriye baktı ve beni gördü. Sonra arabanın penceresinden, kebapçının fırın küreği gibi bir el uzandı ve… “Merhaba kardeşim” dedi. Elim, elinin içinde bebe eli gibi kalmıştı… “Ne yapıyor bizim köfteciler?” diye sordu… &&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&& Efendim, şimdiki gibi özel su bidonları yoktu bir zamanlar… Kocaman paslanmaz su tankları olan dükkânlarda, litreyle su satılıyordu. İmkânları olanlar su ihtiyaçlarını kendi arabaları ile doğadaki kaynak sularından ve suyu içilir güzellikte olan çeşmelerden temin ediyorlardı. Bizim avcı ekip ( Bacanağım Ali, Mustafa ağabey ve ben) Suyumuz bittiği zamanlar, ertesi gün tatil olduğu için özellikle Cuma akşamları buluşur, Çatalca civarındaki bir köyden su almaya giderdik. İstanbul içinde birçok su satıcıları suyunu buradan alırdı. Bazen sıra olur, saatlerce beklerdik dolum tesisinde. Yine böyle bir akşam, köye su almaya gelmiş her zaman ki gibi, köyün boşalan su deposunun dolmasını bekliyorduk. Su almak için suyun ve sıranın gelmesini bekleyen onlarca müşteri vardı. Sularımızı doldurduktan sonra (20 kadar 10 litrelik su bidonu,) en yakın dere kenarına gidip konaklayacak ve sabah erkenden bıldırcın avı yapacaktık… Suyun depoda birikmesini beklerken günün yorgunluğundan ve havanın sıcak olmasından dolayı mayışmış, şekerleme yapıyordum. Mustafa ağabeyim ve Ali bacanağım araçtan aşağı inmiş dolaşıyorlardı. Bu arada bir su tankerinin şoför mahallinde bir kişi benim gibi uyumaya çalışıyordu. Tankerin her iki kapısının camı açıktı. Vatandaş, direksiyon tarafındaki kapının camına bir yastık koymuş başını ona yaslamıştı. Diğer kapının penceresinden de ayaklarını çıkarmıştı. Ayaklar çıkmış ama öyle kerpiç evlerden yandan çıkan soba borusu gibi değil! Ayaklarlar diz kapağından aşağı bükülmüş, yani kapıya paralel duruyordu! İlk bakışta araçta iki kişinin yattığını düşünebilirsiniz Şoför ve muavini gibi, bende öyle sandım! Bir süre sonra konuşmalar duyuyordum bacanağım ve Mustafa ağabey Sonradan adını öğrendiğim Minik Ali diye birinle sohbet ediyorlardı. İçinde bulunduğum araba Magirus. Gözlerimi hafif araladım bacanağımın ve Mustafa ağabeyi görebiliyordum, fakat diğer yabancının gövdesi görünüyor başı görünmüyordu. Bacanağım ve Mustafa ağabey Minik Ali’yi konaklayacağımız yere davet ediyorlardı. Davet ettikleri insanın kim olduğunu merak ettiğim için arabanın kapısından başımı dışarıya uzattım. Hayatımda bu kadar yakından gördüğüm başka bir insan azmanı hatırlamıyorum! Bacanağım bana “Gel bacanak seni adaşım Minik Ali ile tanıştırayım” dedi. Araçtan aşağı indim. Ve böylelikle minik Ali ile tanışmış oldum. Kendisi İstanbul içine su istasyonlarına kendi aracı ile su taşıyordu. Boyu iki metrenin üzerinde enine boyuna iri, fakat görüntüsünün tam aksine kibar ve samimi bir arkadaştı. Benden ve bacanağımdan büyüktü ama Mustafa ağabeyden küçüktü. &&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&& Akşam karanlığı çökmüştü çökmesine ama halen su yoktu. Gelirken buraya yakın bir yerde güzel bir dere görmüştük. Gidip onun kenarında, yanımıza aldığımız nevaleler ile akşam yemeğimizi yemeye karar verdik. Dolum tesisinden ayrılırken Minik Ali ve diğer tanker şoförlerini de davet ettik. Nasılsa bu suyu bekleyecektik. Yol kenarına yakın konaklayacağımız için giden araçlardan suyun ve sıranın gelip gelmediğini öğrenecektik. … Mustafa ağabey ve bacanağım Ali, hemen bir ateş yaktılar. Bir yandan sofrayı kuruyor bir yandan mangal için etler hazırlanıyordu. Mustafa ağabey kolları sıvamış çiğ köfteyi yoğurmaya başlamıştı. Ben de bir ara boşlukta oltamı yemleyip dereye atmıştım. Mantarlı, tek iğneli olta takımıydı attığım. Küçük balıklar oltayı gezdiriyor, bazen mantarı batırıyorlardı ama tasmayı vurduğum zamanlar iğneye takılan olmuyordu. Bacanak dalgasını geçiyordu yine benimle… “Hadi bacanak yakala bir tane, çiğ çiğ yiyeceğim kih kih kih!” Mangal yapıldı kokusu tüm ormana dağıldı. Her yandan sesler geliyordu çakallar, kurtlar, kuşlar, bukalemunlar; sanki çalılar arkasından sofraya arkamızı dönmemizi bekliyorlardı! Bir keresinde üç kilo pirzolayı kedilere kaptırdık. Neyse bunu başka zaman anlatırım. Kemikli kemiksiz etler ile ızgaramız coştukça coşmuştu. Ekip bir yandan Tekirdağ suyunu çekiyor diğer yandan, acılı çiğ köfteyi yiyen ister istemez assolistlik yapıyordu! Bendeniz yine masum bir bira ile sıramı savmaya çalışıyordum. Yok, onu da çiğ köftenin acısını alsın diye içiyordum. Yani denize düşen yılana sarılır hesabı. Bizimkiler kocaman bir ateşin başındaki çilingir sofrasında, karşılıklı bir şarkı tutturmuşlardı. “Her gece bir kaç arkadaş gezerim sarmaş dolaş İçelim sarhoş olalım eğlenelim biraz İçelim yavaş yavaş heyyy adımız çıktı ayyaş” Ben de beş adım ilerde dereden su kaplumbağası çekiyordum. Böyle çatlak sese ancak böyle kısmet gelir hesabı. Bacanak bağırıyor “Getir getir ne yakalarsan çiğ çiğ yiyeceğim”… Kafayı buldu tabi Suyu filan unuttuk artık tüm dünya meselelerinden girip çıkıyoruz ama kimsenin inatlaşma gibi bir kaygısı yok. Herkes işin şamatasın da. Hafta sonu, hafta içi stresini atıyorduk. Derken bir kişi, çalıların arasından “Selamünaleyküm arkadaşlar” diye giriş yaptı. Minik Ali daha fazla dayanamamış ve gelmişti. Henüz su sırası bize çok uzak dedi. Minik Ali, önceleri istemem yan cebime koy hesabı bir yaklaşım gösterse de çabucak ortama uydu! Mustafa ağabey yaptığı acılı köftelerden bir marul yaprağına üç tane birden yumruk gibi sarıp Minik Ali’ye ikram ediyor. Minik Ali de bir seferde köfteleri ağzına atıyordu. Köftelerin acısını içki kesmeyince, garibim dereye eğilip kana kana su içiyordu! Sonra “yahu kardeş bu su da çok güzel be, tankeri buradan doldursam mı acaba diyordu. Mustafa ağabeyimin elinin ayarı yok ki, bir tepsi çiğ köfte yapmıştı. Minik Ali’nin acıyı sevip sevmediğini bilmiyorum ama Mustafa ağabeyimin özel servisinden dolayı zehir olsa yerdi bu kesin. İnsan bu kadar mı özene bezene hazırlar lokmaları canım. Minik Ali kulaklara kadar kızardı garibim. Karnı da acıkmış gıkı çıkmıyor. Fasılalı olarak arada dereye uzanıyor “Yahu bu dereninde suyu çok güzelmiş, tankeri buradan mı doldursam acaba” diyordu. Bacanağımda Minik Ali’nin içkisini tazeliyor ve sonra hep birlikte… “Elimizde şişeler açılsın meyhaneler Madem ayyaş diyorlar boş durmasın kadehler İçelim yavaş yavaş hey Adımız çıktı ayyaş” Her gece bir meyhane biz içeriz içelim kime Gönül sarhoş olmuş bak dönüyor divane İçelim yavaş yavaş heyy Adımız çıktı ayyaş Efendim Minik Ali’yi böyle tanımıştım… Bana “köfteciler ne yapıyor” diye sorduğunda Bacanağım Ali ve Mustafa ağabeyi sormuştu…Eee bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varmış, bir tepsi acılı çiğ köftenin hatırını varın siz düşünün gayri. Sahi siz acılı çiğ köfte sever misiniz? Devamı: Eşek arılarının saldırısı! Resim: kaparorganik.com.tr
Teşekkür ederim Levent kardeşim en yakın zamanda inşallah. Bi kalkan avı yapamadık seninle memleketinde! Selam ve sevgilerimle... Sevgili İsmail kardeşim merak etme devamı var, hatta bu ekibin başka serüvenleri de var. Fırsat buldukça yazacağım inşallah. Selam ve sevgilerimle...