Su Boşa Akmaz Türkiye'nin her yanından İkizdere'de bir araya gelen 200 kişiden fazla insan Türkiye Su Meclisi'ni kurdu ve manifestosuna şu cümleyi yazdı: 'Doğa kendi başına vardır ve insan doğanın sadece bir parçasıdır.' Türkiye Su Meclisi'nin doğal üyesi olan Atlas oradaydı. Türkiye Su Meclisi üyeleri, ilk yönetim kurulunu seçtikten sonra, ellerinde pankartlarla İkizdere sırtlarında gösteri yaptı. Bir süredir insanın bir dere olduğunu düşünüyorum, birkaç defa cümle olarak da sarf ettim Atlas'ta. Yaptığım bir metafor oyunu değildir. Metafor oyunu olsa bile esasında gerçektir. Metaforu doğa yaratır zaten. Dönüşümler âlemi doğa, cambazların cambazıdır. Her neyse. Sen bir deresin diyorum sana! Ben de öyle. El sıkıştığımızda, aynı nehire dökülen iki dereye dönüşürüz. Avatar filmindeki bilimkadını gibi, 'Ben bir bilimciyim, masallara inanmam' dediğinde, masallar bilimin bazen göremediğini anlatır diye yanıt veririm sana. Türkiye'nin bütün derelerine dozerlerle girilmiş, vahşi sular, dev borularla uygarlaştırılıyorken, uygar ağaçlar, uygar balıklar, uygar dağkeçisi, uygar çevre bakanı, uygar orman, uygar insanlar yeni gurur kaynaklarımız iken. Evet böyle iken. Bir dere olarak konuşmaktan başka çaremiz var mı? Su boşa akmaz! Türkiye Su Meclisi'nin görüşü derelerin boşuna akmadığı yönünde. Meclis dereler aktığı için doğanın ve insanın var olduğunu savunuyor. İkizdere'deki, Türkiye Su Meclisi kurucuları, toplantılarını bitirdikten sonra, ellerindeki mavi beyaz pankartlarda yazılı bu sözle yamaca doğru yürüdüler. Su boşa akmaz! Su boşa aksaydı eğer, manzarayı bir kenara bırakıp, doğanın güzelliğini, buraya gelecek yerli ve yabancı turistlerin yaratacağı ekonomiyi, ninelerin, dedelerin gözyaşlarını bir kenara bırakıp, onların derelerini elektrik santrallerine çevirebilirdiniz. Bu konu da yalnızca bir güzellik sorunu olurdu. İyiler ve kötüler olarak tarih boyunca bölünmüş olan insanlık bir de güzellik isteyenler ile çirkinlik isteyenler diye bölünürdü. Ama öyle değil. Su boşa akmaz! Dereler yoksa, sen de yoksun. Sen de bir dere olarak yok olacaksın. En başından itibaren, dere olduğu için vardın, dereyi ortadan kaldırırsan kendini de ortadan kaldırmış olursun. Bir insanın günde ortalama iki ile dört litre arasında su tükettiği hesaplanmıştır. Ülkelere göre değişir ama banyoda, mutfakta da su tüketen insan, kimi ülkelerde adam başına 380 litreye (örneğin ABD) kadar harcar. Suyu ne kadar tasarruflu kulanırsak kullanalım, doğanın ve dolaylı olarak diğer canlıların ve bizim ihtiyacımız olan suyun korunmasında fazla belirleyici olamayız. Çünkü yarım kilo pirinç için 950 ila 2 bin 500 litre arasında su gerekmektedir. Yediğimiz her kaşık pilav sudur. Pilav yediğimiz için varız. Pirinç de su yediği için var. Yarım kilo pirinç, bir haftalık evin su harcamasından fazladır. Yarım kilo buğday, yarım kilo patates böyle gider. Her şeyi yarım yarım söylüyorum, çünkü pahalılık var, hem bir de tasarruf yapıyoruz ya! Ama canımız et istiyorsa, süt istiyorsa, hamburger istiyorsa, gerekli olan su miktarı artıyor. Fred Pearce hesaplamış, 125 gramlık bir köfte elde etmek için ineği beslemeye yetecek tahılı yetiştirmek için 11 bin 400 litre su gerekiyormuş. İşte, metaforlar çoğalmaya başladı. Hepimiz suyuz, etiz, ineğiz, hepimiz buğdayız, sütüz. Yarım kilo peynir elde etmek için de 2 bin 450 litre su harcıyoruz. Paramız yoksa bile kredi kartını kullanabilir, yarım kilo kesmeşeker için 1500 litre suyu, yarım kiloluk kahve için on ton suyu feda edebiliriz. Su nasıl olsa bol. Dereler boşuna mı akıyor! İngiliz bilim yazarı Fred Pearce, satın aldığımız yiyeceklerin besin değerlerinin yazıldığı ambalajlara, tüketilen su miktarlarının da yazılması gerektiğini söylüyor, çünkü artık nehirlerin yok edildiği zamanda yaşıyoruz. İkizdere, HES inşaatlarının en kötü etkilediği derelerin başında geliyor. En büyük tepki de İkizdere'den geliyor. Esasında ithal ettiğimiz her besin maddesiyle, bu ister İstanbul sokaklarındaki kestanecilerin sattığı Çin kestaneleri olsun, ister kahve, muz, elma, buğday, pirinç olsun, her besin maddesiyle aslında su da satın almış oluyoruz. Başka bir bilim yazarı Tony Allan, bu çeşit suya 'sanal su' adı veriyor ve Ortadoğu'da suyun birkaç yıl önce bittiğini söylüyor. Ortadoğu suyunu, besin olarak ithal ediyor. Bunun sadece yiyecek olması da gerekmiyor tabii ki. Örneğin Pakistan, pamuk üretmek için Himalayalar'dan akıp gelen İndus Nehri'nden yılda 50 milyar metreküpe yakın su çekiyor. Bu miktar, nerdeyse nehrin üçte biri anlamına geliyor. Yazının bu yerinde kalemi Güneşin'e verdim, zaten İkizdere'ye birlikte gelmiştik, yazıyı da birlikte yazmış olduk: Toplantıya geç geldik. Atlas'ın okur yürüyüşü nedeniyle. Su Meclisi önemli ama Atlas okurları da aynı derecede önemli. Atlas okurları olmasa, dernek üyeleri olmasa, bu konuları dert edinen yurttaşlar olmasa, Su Meclisi nasıl kurulurdu? Kurulsa nasıl çalışırdı? Gece geç bir saatte uçağa bindik, uçak geç bir saatte Trabzon'a indi, geç bir saatte Karadenizli bir arkadaş bizi havaalanından aldı, kırmızı ışıkla ve bilimum kırmızı nesne ile süslenmiş, kırmızı bir minibüsle, geç bir saatte ve horon havaları dinleyerek otele geldik, yolda keyfimiz yerinde idi, ta ki o dev künkleri ve açılan dev yolları ve dev baraj gövdesini görene kadar. Geç bir saatte geldik, bir günlük toplantıyı geride bırakmış, yorgun ama sorumluluk sahibi bir grup meclis üyesi bizi bu geç saate kadar beklemişti, uykusuzluktan olsa gerek, uyuyamadık oldukça geç bir saate kadar. Geç saat yerini yavaş yavaş erken bir saate bıraktı, oldukça erken bir saatte yine ayaklandık. Meclis, Türkiye'nin dört bir yanından vatanseverlerin bir araya geldiği bir meclisti, bir araya gelmeleri gecikmiş bir meclisti. Nihayet bu sivil meclis, bu kadar da kritik bir konuda, (belki de şöyle demek daha doğru olur: Su kadar kritik bir konuda) burada, bu anda kuruluyordu ve Anadolu'nun renkleri ile şenleniyordu. Maçahel'den Gürcüler, Lazistan'dan Laz'lar, Kayseri'den Çerkesler, Toroslar'dan Göçerler, Çanakkale'den Türkmenler, çeşit çeşit çeşitler, bir araya gelmiş, Türkiye'nin su meselesini konuşuyordu. Sarıkeçililer'in lideri Pervin Çoban Türkiye Su Meclisi'nin yönetim kuruluna seçildi. Gecikmiş bir birliktelikti çünkü bu zamana kadar kimbilir kaç dere, kaç ırmak, kaç nehir barajlara; kaç sulak alan yine barajlara; kaç göl yine şunun ya da bunun için barajlara kurban edilmişti. Tek tek dernekler, vakıflar ve kişiler tek tek ya da birleşerek de olsa geçmişte bu gidişata dur diyebilmeye çalışmıştı. Davalar açmıştı. 'Seyfe Gölü'nü kurutma, Fırtına'yı durdurma, Sultansazlığı'nı susatma' demişti. Ama biliyorduk ki dava hatt-ı müdafaa ile değil, sath-ı müdafaa ile kazanılabilirdi ancak, bunu biliyorduk, bizim tarihimiz bunu yazar, bu öğretilmiştir. O zaman tek savaş vardı, şimdi bu sefer mücadele yurttaşlarla, devlet arasında sürüyor. Yıllar önce, bir dernek DSİ'nin kuruttuğu bir gölde bir belgesel yaptı. Oradaki adam ciğerinden kopan bir sesle şöyle diyordu: 'Burası Yeşilova değil, Sahra Çölü!' Kuruyan kendisi gibi geliyordu sesi, kuru bir insan ve kuru bir göl. Yıllar önce Toroslar'da da bir göl kurutuldu. Etrafında elma bahçeleri olan bir göl. Elmalara ve orada yaşayan insanlara yaşam veren bir göl. Göl kurudu ve elmalar da. Yıllar önce belki de şimdi sadece eski kitapların küf kokan sayfalarında resmini görebileceğimiz efsanevi bir kuşun yaşadığı bir göl vardı. Şimdi bir havaalanı var o gölde. Yıllar önce Türkiye'nin en büyük nehirlerinden birinin üzerine ilk baraj yapıldığında şöyle yazdı pankartlar: 'O Fırat ki kaç Süleyman boğdu, Bir Süleyman geldi, Fırat'ı boğdu!' Bunların hepsi yıllar önce idi, ama şimdi de yarasa mağaralarını sualtında bırakıyoruz. Nehir boğazlayan bir ülkede yaşıyoruz, ya da belki şöyle demek daha doğru olur; şimdilik! Türkiye'de uygulanan su politikalarının mağdur ettiği insanlar 16-17 Ocak 2010'da Rize İkizdere'de düzenledikleri ilk genel kurul toplantısında Türkiye Su Meclisi'ni kurdu. Türkiye'nin 81 ilinden gelen katılımcılarla gerçekleştirilen Türkiye Su Meclisi'nin genel kurulunda yürütme kurulu üyeliğine Artvin'den Bedrettin Kalın, Muğla'dan Berna Babaoğlu Ulutaş, Çanakkale'den Güneşin Oya Aydemir, İstanbul'dan Güven Eken, Antalya'dan Hediye Gündüz, Rize'den Kadem Ekşi, İstanbul'dan Ümit Gürses, Konya'dan Pervin Çoban ve Zonguldak'tan Yakup Okumuşoğlu seçildi. Suyla ilgili yanlış uygulamaları engellemek amacı ile çalışacak Türkiye Su Meclisi, bilimsellik ve gerçeklikten uzak 'su boşa akar' düşüncesine karşın doğada tek damla suyun bir boşa akmadığı gerçeğinin savunucusu olacak. Türkiye'nin dört bir yanında yürütülen mücadeleleri ulusal ve uluslararası ölçeğe taşıyacak olan Türkiye Su Meclisi, yeni bir su çerçeve yasasının hazırlanması, Elektrik Piyasası Kanunu'nda tadilat yapılması, DSİ Teşkilat ve Vazifeleri Kanunu'nun değiştirilmesi ve suyun ekolojik etki ve katkısını esas alan entegre havza planlaması yapılmadan uygulamaya sokulmuş tüm projelerin durdurulması için çalışacak. Türkiye Su Meclisi Yürütme Kurulu adına açıklama yapan Güven Eken, 'Şu anda şirketler yaşamın kaynağı, can damarı olan dere ve nehirlerimize hiçbir planlama yapmadan ve kural tanımadan dilediği gibi inşaat yapıyor. Bunun adı kelimenin tam anlamıyla dere soykırımdır. Türkiye Su Meclisi bu soykırımın ve suyun doğadaki döngüsünü parçalayan her türlü müdahalenin önüne geçmek için kuruldu' dedi. Türkiye Su Meclisi, dertlerimizin yeni devası, umudumuz hızlı başladı, hızlı devam edeceğe benzer. Türkiye Su Meclisi ile ilgili haberlere ulaşmak için: www.turkiyesumeclisi.net Facebook Grubu: Turkiye-Su-Meclisi
paylaşım için teşekkürler. Doğa varsa biz de varız. su meselesi ileride her zaman sorun olacak Dünya pimi çekilmiş bomba gibi bir gün patlayacak. Karadeniz'in çok daha büyük gizli bir sorunu da var. Karadeniz dünyanın en büyük H2S(hidrojen sülfür) yatağıdır. Karadeniz, dünyanın en büyük doğal oksijensiz su havzasıdır. Karadeniz’in yaklaşık %87’si oksijensiz bölüm olduğu için canlılar için yaşam ortamına sahip değildir. Karadeniz’in ilk 180 metresinde canlı türleri yaşamaktadır. Karadeniz'in derinliklerinde biriken zehirli gazlar tehlikeli boyutlara ulaştı. Şimdilik deniz canlılarını yüzeye yakınlaşmaya zorlayan gazların yüzeye çıkma ihtimali korkunç felaketlere yol açabilecek. Karadeniz’in derinliklerinde zehirli gazların giderek artması sonucu, deniz canlıları, su yüzeyi ile 100 metre derinliğe kadar olan bir alanda yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldı. Bilim insanları uyarıyor... "Zehirli gazların yüzeye çıkması veya yaklaşması halinde, hidrojen sülfür içeren çok zehirli gazların, kuvvetli dalgaların da etkisiyle Karadeniz çevresine yayılma tehlikesi var. Bu durumda deniz içindeki ve çevresindeki yerleşim birimlerinde yaşayan insanlar da dahil tüm canlıların zehirlenebilirler." Bunlara rağmen bu H2S' ten yaklaşık olarak 350 yıllık bir enerji ihtiyacını karşılayabileceğinden de bahsediliyor. Bu durum avantaja çevrilebilinse keşke........