TAKVİMDEKİ DENİZ Hasreti denizlerin, Denizler kadar derin. Ve o kadar bucaksız. Ta karşımda yapraksız Kullanılmış bir takvim. Üzerinde bir resim; Azgın, sonsuz birdeniz. Kaygısız, düşüncesiz, Çalkanıyor boşlukta Resimdeyse bir nokta; Yana yatmış bir gemi, Kaybettiği alemi Arıyor deryalarda. Bu resim rüyalarda Gibi aklımı çeldi, Bana sahici geldi. Geçtim kendi kendimden, Yüzüme o resimden, Köpükler vurdu sandım. Duymuş gibi tıkandım, Ciğerimde bir yosun. Artık beni kim tutsun. Denizler oldu tasam, Yakar onu bulmazsam Beni bu hasret dedim Varırım elbet dedim. Bir ömür geze geze Takvimdeki denize. Ne var bana ne oldu Odama nasıl doldu Birden bire bu meltem Ve dalgalandı perdem Havalandı kağıtlar. Odamda kıyamet var. Ah yolculuk yolculuk Ne kadar baygın soluk O gün bizde betbeniz Ve ne titrek kalbimiz. Ve eşyamız ne küskün. Yola çıktığımız gün Bir sıraya dizilmiş Gözyaşlarını silmiş, Bakarlar sinsi sinsi Niçin o anda hepsi Bir kuş gibi hafifler Arkandan geleyim der Niçin o güne kadar Dilsiz duran ne kadar Eşya varsa dirilir Yolumuza serpilir Ufak böcükler gibi Gezer onların kalbi Üstünde döşemenin Gizli bir didişmenin Saati çalar o an Birden bakar ki insan Herşey karmakarışık. Ayırmak olmaz artık Bir kalbi bir taraktan Ve kalb ağlayaraktan Çekilir geri geri Terkeder bu mahşeri. Bu mahşerin içinden O gün ben de geçtim ben, Nem varsa evim, anam, Çocukluğum, hatııram, Ve ne sevdalar serde Bıraktım gerilerde Kaçar gibi yangından. Rüzgarların ardından Baktım da süzgün süzgün Kurşun yükünü gönlün Tüy gibi hafiflettim. Denize hicret ettim NECİP FAZIL KISAKÜREK
Şehitler Ölmez Sen bilirmisin evlat acısının, Ne olduğunu. Sen bilirmisin tomurcuk gülün, Açmadan solduğunu. Ateş düştüğü yeri yakar, Tarife ne gerek. Son mektubunda diyordu oğlum, Sen üzülme ana . Şehitler ölmez, Eğer dönmezsem, Vatan sağ olsun. Kahpe bir kurşun, Onu aldı benden. Ben ona kıyamazdım, Onu severken. Davulla , zurnayla, Düğün ederken, Şimdi diyor mektubunda, Ana ağlama, Eğer şehit olursam. Vatan sağ olsun, Bizi arkadan vuran. Düşman kahrolsun. abiler kardeşlerim bu şiiri ne zaman okusam gözlerim yaşarıyor bi okuyun bakalım
bir tane daha ŞEHİTLER ÖLMEZ iki mehmetçikle haberi geldi kör kurşunla aldılar benden yiğidimi kına yerine kan kaplamış elini damatlik yerine giydi kefeni kapatmış açmıyor oğlum mamaviş gözlerini nişanlısı ardından feryat ediyor evlat acısına yürek dayanmıyor ben teskere belkerken naaşı geliyor öldü demeyin rabbim günah yazıyor vatan için can veren şehitler ölmez evladımın tatlı yüzü aklımdsan gitmez ne büyük yaradırki sancısı dinmez vatan için can veren şehitler ölmez
Adimla nasil berabersem hacet yok hatirlatmasina seni hatiralarin bir dakika bile cikmiyorsun aklimdan kosar gibi yuruyusun karanlikta bir isik gibi aydinlik gulusun hacet yok hatirlatmasina seni hatiralarin uzak uzak yildizlarla cevrilmis kainatin karanlik bosluklarinda akip giderken zaman adimla nasil berabersem oylece beraberiz seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye gonlumuz mutluluga inanmis olmanin gururuyla rahat koltugumuzun altinda birer dinamit gibi kellemiz ve sonra her zaman her olumuyle ayni sartlar altinda kismet olmiyan gercekleri gormenin aydinligi alinlarimizda hacet yok hatirlatmasina seni hatiralarin sen bana kalbim kadar elim kadar yakinsin. atilla ilhan
Bu da benden sana kardeşim SANA BAKMAK her şey yapılabilir bir beyaz kağıtla uçak örneğin uçurtma mesela altına konulabilir bir ayağı ötekinden kısa olduğu için sallanan bir masanın veya şiir yazılabilir süresi ötekilerden kısa bir ömür üzerine. bir beyaz kağıda her şey yazılabilir senin dışında güzelliğine benzetme bulmak zor sen iyisi mi sana benzemeye çalışan her şeyden bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor belki tabiattadır çaresi senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin ve benim bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim anlarım bitkiden filan ama anlatamam toprağın güneşle konuşmasını sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla sen bana ışık ver yeter bende filiz çok köklerim içimde gizlidir gelen giden açan soran bere budak yok bir şiir istersin “içinde benzetmeler olan” kusura bakma sevgilim heybemde sana benzeyecek kadar güzel bir şey yok uzun bir yoldan gelen tedariksiz katıksız bir yolcuyum yaralı yarasız sevdalardan geçtim koynumda bir beyaz kağıt boşluğu her şeyi anlattım olan olmayan acıtan sancıtan bilsem ki sana varmak içindi bütün mola sancıları bütün stabilize arkadaşlıklar daha hızlı koşardım severadım gelirdim gözlerinin mercan maviliğine sana bakmak suya bakmaktır sana bakmak bir mucizeyi anlamaktır sağa sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır aşk sorgusunda şahanem yalnız kelepçeler sanıktır ne yazsam olmuyor çünkü bilenler hatırlar hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar bahçıvanlar değil tüccarlardır sen öyle göz sen öyle toprak ve güneş ortaklığı sen teninde cennet kayganlığı iken sana şiir yazmak ahmaklıktır bir tek söz kalır dişlerimin arasından ben sana gülüm derim gülün ömrü uzamaya başlar verdiğim bütün sözler sende kalsın isterim ben sana gülüm derim gül sana benzediği için ölümsüz yazdığım bütün şiirler sana başlayan bir kitap için önsöz sana bakmak bir beyaz kağıda bakmaktır her şey olmaya hazır sana bakmak suya bakmaktır gördüğün suretten utanmak sana bakmak bütün rastlantıları reddedip bir mucizeyi anlamaktır sana bakmak allah’a inanmaktır YILMAZ ERDOĞAN
SEVMEKTEN GİDİNCE Sen beni sevmekten gidince ben bana borçlu kaldım Ya sen bana fazla geldin ya ben sana az kaldım Gitme bir adım öteye gülüm bir adımda gurbet olur Gitme bir nefes öteye gülüm her nefes hasret olur Aşk yasaklandı artık halka açık yerlerde El tutmak yol açıyor diye hesapsız Susmalara kaldırdık tüm tutuşmaları Yasak kelime oyunu yapmak Yalan söylemek mecburi ve serbest ayyuka çıkmak Artık yağmur sonraları toprak kokmak yok Tomurcuklanmak günah Ve bir insan gözü yüzünden yüz gün art arda uyumamak Kimse ölmesin diye Kimsenin aklında her sevdalı verdiği sözü geri alacak Güneşi ayı ve hatta hiç bir tabiat olayı Şahit gösterilmeyecek hiç bir sevdaya Ne deniyorsa onu atacak kalp Ve süresi 24 saate çıkarılacak meskun mahallerde ağlamanın Sen sesini alıp gidince ben burda dilsiz kaldım Ya sen bana fazla geldin Ya ben sana az kaldım Gitme bir adım öteye gülüm bir adımda gurbet olur Gitme bir nefes öteye gülüm her nefes hasret olur
sisler bulvarı elinin arkasında güneş duruyordu aylardan kasımdı üşüyorduk ağacın biri bulvarda ölüyordu şehrin camları kaygısız gülüyordu her köşe başında öpüşüyorduk sisler bulvarı'na akşam çökmüştü omuzlarımıza çoktan çökmüştü kesik birer kol gibi yalnızdık dağlarda ateşler yanmıyordu deniz fenerleri sönmüştü birbirimizin gözlerini arıyorduk sisler bulvarı'nda seni kaybettim sokak lambaları öksürüyordu yukarda bulutlar yürüyordu terkedilmiş bir çocuk gibiydim dokunsanız ağlayacaktım yenikapı'da bir tren vardı sisler bulvarı'nda öleceğim sol kasığımdan vuracaklar bulvar durağında düşeceğim gözlüklerim kırılacaklar sen rüyasını göreceksin çığlık çığlığa uyanacaksın sabah kapını çalacaklar elinden tutup getirecekler beni görünce taş kesileceksin ağlamayacaksın! ağlamayacaksın! sisler bulvarı'ndan geçtim sırsıklamdı .......... .......... atilla ilhan
BENDE SANA YETECEK KADAR BEN KALMADI Sus pus olmuş, puslu bir İstanbul'muydu yüzün, yoksa çok bildik hüzünler mi taşınmıştı yüzüne Dolmabahçe da çay tadında.... Divit ucuyla yazılmış bir aşkın sureti vardı avuçlarında, tarih bir başka iklimin kıvamını gösteriyordu. Ben rehnedilmiş yelkovan gibi... hani akrep'i seven ama yüreği takvim yokuşlarında... Sinemada elinin elimde terleyişinin bir anlamı olmalı, sesinin sesimde yankılanmasının... sanki perdedekine üzülmüş ya da sevinmişsin de tesadüfen akmış yüzün içime... Yalan! Sen perdeye bakıyorsun, fikrin benim seyir defterimde.. ve ben amerikanca bir filmi kürtçe seyrediyorum... Kadın Beyoğlu'nun bir kış akşamında, üstündeki deri montun sahibine küs, soğukluğundan muzdarip yürüyordu... Adam da... Yürümek hiçbir şeyi çözmüyordu, bazı Aralık akşamlarında... Parmağında yaralı bir öyküyü taşıyordu adam... Kadının yüzünde bir hüzün... Hüzünlü aralık akşamında bir yüzük... Yüzüğün yüzünde dünya güzeli bir kadının kehaneti... ... Soğuğun ve karanlığın vehameti! Hayatı, bir başkasının pantolonu gibi, küçültülmüş, daraltılmış... İlk sahibinin o pantalonla yaşadığı şeyler, yani pantalonu pantalon yapan anılar, bazı ilkbahar bereleri yüzünden yapılan yamalar, ter tüketen yazlar... Hepsi daraltılmış... Yaşananlara bir beden büyük geliyor artık hayat! Bir aşkı paylaşmak için çok geç, bir paylaşıma aşık olmak içinse erken... Beni sevda yerimden vurdu yine zaman... Şimdi sana söylenecek tek cümle: Bende sana yetecek kadar ben kalmadı... YILMAZ ERDOĞAN
TÜRK KIZI Pınar başına geldi Bir elinde güğümü; Çattı yay kaşlarını Görünce güldüğümü, Bağlamıştı gönlümü Saçlarının düğümü. Bilmiyordum bu örgü Acaba bir büğü mü? Sordum: Nerdedir yerin? Nedir senin değerin? Yedi kıral vurulmuş, Ne bu ceylan gözlerin? Hangisine varırsın Bu yedi ünlü erin? Şöyle dedi bakarak Göklere derin derin: Kıralların taçları Beni bağlar büğü mü? Orduları açamaz Gönlümdeki düğümü. Saraylarda süremem Dağlarda sürdüğümü. Bin cihana değişmem Şu öksüz Türklüğümü... Hüseyin Nihal Atsız
KARIMA MEKTUP Bir tanem! Son mektubunda: "Başım sızlıyor yüreğim sersem!" diyorsun. "Seni asarlarsa seni kaybedersem;" diyorsun; "yaşayamam!" Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı. Ölüm bir ipte sallanan bir ölü. Bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm. Fakat emin ol ki sevgili; zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nâzım'a! Ben, alaca karanlığında son sabahımın dostlarımı ve seni göreceğim, ve yalnız yarı kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim... Karım benim! İyi yürekli, altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim; ne diye yazdım sana istendiğini idamımın, daha dava ilk adımında ve bir şalgam gibi koparmıyorlar kellesini adamın. Haydi bunlara boş ver. Bunlar uzak bir ihtimal. Paran varsa eğer bana fanila bir don al, tuttu bacağımın siyatik ağrısı, Ve unutma ki daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı. Nazım HİKMET
HASRET Yüzyıl oldu yüzünü görmeyeli, belini sarmayalı, gözünün içinde durmayalı, aklının aydınlığına sorular sormayalı, dokunmayalı sıcaklığına karnının. Yüz yıldır bekler beni bir şehirde bir kadın. Aynı daldaydık, aynı daldaydık. Aynı daldan düşüp ayrıldık. Aramızda yüz yıllık zaman, yol yüz yıllık. Yüz yıldır alacakaranlıkta koşuyorum ardından. NAZIM HİKMET
Bahar Sarhoşluğu İlk sevgilinin gülüşüne benzer Bir Nisan havası değil mi esen? Zincirlere, kelepçelere inat, Kanatlarımı açmak zamanıdır; Allaha ısmarladık kaldırımlar. Giyenler düşünsün dar elbiseyi, Ölçülü sözü, hesaplı adımı Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan; Saltanat sürer gibi uçuyorum, Erik ağacı gelin olduğu gün. Hayranım bu şehrin bacalarına İrili ufaklı hep bir ağızdan. Nasıl derinden bu gökyüzüne doğru Bir türkü söylüyorlar öyle sessiz! Dumanın daim olsun güzel baca! Yuvası saçakta kalan kırlangıç, Yavrusu dallara emanet serçe, Derken camiler üstünde güvercin Minareler katından geçiyorum Gökyüzü mahallesi İstanbul'un Süt beyaz bir martıyım açıklarda Gemilere ben yol gösteriyorum, Buğday ve ilaç yüklü gemilere Bir kanat vuruşta bulutlardayım; Bir süzülüşte vatanım dalgalar! Cahit Sıtkı Tarancı
SARI ZEYBEK Şu dağların meşeleri karanlık, Etekleri olur çayır çimenlik Kızanlarla bur da eder yarenlik, “Sarı Zeybek şu dağlara yaslanır, Yağmur yağar, pusatları ıslanır”. Sarı Zeybek şu dağların eridir, Dağlar onun bütün yoğu varıdır. Kendi sarı, bindiği at dorudur; Attan inip şu dağlara yaslanır, Gözü dalar, bakışları puslanır. Sarı Zeybek dağdan dağa taşınır, Taşınır da yüce dağlar aşınır. Mola verip Gökçen kızı düşünür; Efe dağdan köye doğru seslenir, Yosma Gökçen sesi duyar, süslenir. Sevmesin mi Sarı Zeybek Gökçen`i? Yüzü melek, saçı ipek Gökçen`i? Bütün Aydın elinde tek Gökçen`i? Kız sevmeyen erin gönlü paslanır, Paslanırda imil imil yaslanır. Padişahın kulağına varırsa, Tutun diye devlet emir verirse , Üç yüz atlı, beş yüz yaya yürürse Dağlar, taşlar barut ile sislenir, Ölen ölür, anaları yaslanır. II Candarmalar genç efeyi sardılar, Kırk ölümden beğendiğin sordular; Kızanları bir bir yere serdiler. Sarı Zeybek kara sürmez şanına, Erlik için kıyar kendi canına. Nasıl olsa uçar da can, kalır ten; Bir ah tuttu şu dağları derinden. Sarı Zeybek vuruldu üç yerinden. “yazık olsun Telli Doru şanına, Eğil de bak mor cepkenin kanına”. Sarı Zeybek gün batarken vuruldu. Nabızları yavaş yavaş duruldu, Gözlerine kara perde gerildi Yiğit başı düşüp kaldı yanına, Bakmaz oldu mor cepkenin kanına. Sarı Zeybek öldü sanma, diridir; O, dağların yine eşsiz eridir, Bütün kızlar atık onun yarıdır. Vurulmuştur hepsi onun ününe. Can atarlar şimdi gerdek gününe. Sarı Zeybek şimdi artık masaldır, Sanma yıllar şerefini azaltır. Yiğitlerin dillerinde meseldir. Er kişiler kıyar da öz canına Bir damlacık leke sürmez şanına... 1940 Hüseyin Nihal Atsız
Hep yokluğuna yazıyorum .. Özlemlerimin adını verdiğim Sayfalarıma Nazımın Piraye Aşkı gibi yazıyorum Kendi prangalarımda Hasretlerime düşlerden Dünya çiziyorum . İçinde renkleri olmayan . Bir yarım seni isterken nefeslerimde . Bir yarım çaresizliğimin iç çekişmelerinde . Locked By yucaa
SAKARYA TÜRKÜSÜ İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir: Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine: Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin? Rabb'im isterse, sular büklüm büklüm burulur. Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur. Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük? Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!.. Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal; Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan: Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan! Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân; Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an! Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu? Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna? Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir! Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler; Sakarya, kandillere katran döktü geceler. Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya. Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya! İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su: Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek: Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl! Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl! Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun! Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider! Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz: Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya: Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! NECİP FAZIL KISAKÜREK